İçeriğe geç

Noldu bu gönlüm kimin eseri ?

Noldu Bu Gönlüm Kimin Eseri? Toplumsal Cinsiyet ve Adalet Perspektifinden Bir Bakış

İstanbul’un sokaklarında yürürken, gözlerim çevremdeki insanları süzüyor. Toplu taşımada, bir kafede ya da bir parktayken, sıkça karşılaştığım bir şey var: İnsanların birbirlerine yönelik bakışları, söyledikleri sözler, bazen sadece bir hareket… Bir gün aklıma takılan bir soru var: “Noldu bu gönlüm kimin eseri?” Hani, bu içsel huzursuzluk, bazen aşka dair, bazen de sosyal baskılara dair bir sorgulama gibi geliyor. Ama aslında toplumsal cinsiyet, çeşitlilik ve sosyal adalet ekseninde düşündüğümüzde, bu sorunun çok daha derin bir anlamı var.

Gönlümüz, sadece duygularımızın ya da romantik ilişkilerimizin bir yansıması değil, aynı zamanda toplumsal yapılar tarafından şekillendirilen bir alan. İstanbul’un karmaşasında, her gün gözlemlediğim çok farklı sahneler, bu soruyu daha anlamlı kılmamı sağladı. Herkesin “gönlünü” etkileyen bir dış faktörler dizisi var; bu faktörler, cinsiyet rollerinden toplumsal beklentilere kadar pek çok şeyden oluşuyor. Peki, bu gönül meselesi, sadece kişisel bir sorun mu? Yoksa hepimizi, hep birlikte şekillendiren sosyal bir mesele mi?

Toplumsal Cinsiyet ve Gönlümüzün Şekillenmesi

Toplumsal cinsiyet, aslında bizim gönlümüzün şekillenmesinde kritik bir rol oynar. İşyerlerinde, evde, sokakta, her yerde karşılaştığımız toplumsal normlar ve beklentiler, cinsiyetler arasında farklılıklar yaratır. Kadınların, erkeklerin ve LGBTQ+ bireylerin toplumda kendilerine biçilen roller, gönül meselelerini de farklı biçimlerde etkiler.

Mesela, bir sabah metroda yaşadığım bir sahne aklıma geliyor. Genç bir kadın, telefonunda bir mesaj okuyor. Gözleri dolmuş, belli ki bir aşk acısı çekiyor. Ama etrafındaki insanlar, ona acıyan gözlerle bakıyor. Bir kadın için aşk acısı çekmek, genellikle “duygusal bir zayıflık” olarak algılanabiliyor. Toplumun “güçlü olma” ve “ağlamamak” gibi cinsiyetçi beklentileri, ona bu acıyı daha da ağır hissettiriyor olabilir. Erkekler içinse bu durum tersine, daha çok “aşkı bulmuş olmak” gibi bir normla değerlendiriliyor. Bu durum, aslında gönlümüzün nasıl şekillendiğini ve toplumun bu şekillendirme sürecinde cinsiyetin ne kadar belirleyici olduğunu gösteriyor.

Bunlar küçük gözlemler ama aslında büyük bir toplumsal yapıyı ortaya koyuyor: Gönlün “kimi eseri” olduğu, sosyal cinsiyetin dayattığı kalıplar ve toplumsal normlar tarafından belirleniyor. Kadınlar duygularını özgürce ifade etmekte zorlanırken, erkekler de güçlü olma baskısı altında oluyorlar. Oysa gönül, aslında bu baskılardan bağımsız, özgürce hissedebileceğimiz bir alan olmalı.

Çeşitlilik ve Gönlümüzün Çok Yönlülüğü

Her birey, kendisini farklı kimliklerle tanımlar. Bu kimlikler, kültürel, etnik ve cinsel kimliklerden oluşur ve her biri, gönlümüzün şekillenmesinde önemli bir rol oynar. İstanbul gibi büyük, çeşitliliği barındıran bir şehirde, insanların bu kimliklerini nasıl yaşadığını gözlemlemek gerçekten öğretici.

Bir gün, bir kafede yanımda oturan bir grup insanın sohbetine kulak misafiri oldum. Konu, birinin cinsel kimliğini açıklaması üzerine dönüyordu. Bir arkadaşları, “Ama neden söylemek zorundasın ki? Kimse senin cinsel kimliğine bakmaz, bakmamalı” diyordu. Bu söz, bana aslında toplumsal baskıların cinsiyet ve kimlik üzerindeki etkisini düşündürdü. İnsanlar, kimliklerini tam anlamıyla ifade etmekte zorlanabiliyorlar. Herkesin gönlü, yalnızca kendi isteklerine göre değil, toplumun onlara yüklediği kimliklerle de şekillendiriliyor.

İstanbul’da her gün karşılaştığım farklı kimliklerden insanlar, bazen kendilerini toplumun normlarına uydurmaya çalışırken, bazen de “ben kimim?” sorusunun peşinden gidiyorlar. Bu içsel yolculuk, çoğu zaman bir sosyal adalet meselesine dönüşüyor. Cinsel kimlikten, etnik kimliğe kadar herkesin gönlünü, toplumun ona verdiği kimlikler şekillendiriyor.

Sosyal Adalet ve Gönlümüzün Hakları

Sosyal adalet, her bireyin eşit haklara sahip olmasını savunur. Ancak gönül meselesi, çoğu zaman bu eşitlikten mahrum kalır. Toplum, kimi zaman kadınları, kimi zaman LGBTQ+ bireylerini, kimi zaman da etnik azınlıkları “farklı” kılacak şekilde gönüllerini şekillendiriyor. Sokaklarda, işyerlerinde, okulda, ya da basit bir alışverişte bile bu baskılar kendini gösteriyor.

Bir işyerinde, kadınların terfi etme şansı erkeklerden daha az olabilirken, LGBTİ+ bireylerin bile başkalarına açılmaları, kimliklerini özgürce ifade etmeleri zorlaşabiliyor. Bu tür sosyal ve kültürel engeller, insanların gönüllerinin sınırlanmasına yol açıyor. Gönüller, ancak bu engeller aşılabildiğinde özgürleşebiliyor.

Bir arkadaşım, cinsiyetine bakılmaksızın aynı işin eşit ücretle yapılması gerektiğini savunuyor. Aynı zamanda, LGBTİ+ bireylerin de kendilerini güvenle ifade edebileceği bir iş ortamının önemini vurguluyor. Bu düşünceler, aslında toplumsal cinsiyet ve çeşitlilik konusunun sosyal adaletle ne kadar iç içe olduğunu gösteriyor. Gönlümüzün, sadece duygusal bir mesele değil, toplumsal eşitlik meselesi de olduğunu fark etmek gerekiyor.

Sonuç: Gönlümüz, Herkesin Ortak Eseri Olmalı

Gönlümüz, hepimizin ortak bir eseri olmalı. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, çeşitlilik eksiklikleri ve sosyal adalet mücadelesi, gönlümüzün şekillenmesini belirleyen ana faktörlerden. Eğer toplumsal normlar ve baskılar, gönlümüzü özgürce yaşamanın önünde bir engel oluşturuyorsa, o zaman bu engellerin kaldırılması gerekiyor.

İstanbul’un sokaklarında, metrolarda, ofislerde gördüğümüz her birey, gönlünü özgürce yaşama hakkına sahip olmalı. Toplumda kimsenin gönlü, cinsiyetinden, kimliğinden veya sosyal statüsünden dolayı sınırlandırılmamalı. Hepimiz, kendi gönlümüzü inşa ederken, bu inşa sürecine dahil olan toplumsal yapıları sorgulamalıyız. Kendi gönlümüze sahip çıkarken, başkalarının da gönüllerine saygı göstererek, daha adil ve eşit bir toplum inşa edebiliriz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hipercasino mecidiyeköy escort
Sitemap
hiltonbet güncelbets10